Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı Mücahit Küçükyılmaz ile bir araya gelerek, gündemin en yoğun maddesi “başkanlık” üzerine konuştuk. Akıllardaki “neden başkanlık sorusuna” Türkiye Siyaseti’nin geçirdiği kırılma noktaları üzerinden cevaplar aradık.
C.P: Şu sıralar gündem Yeni Anayasa ve Başkanlık Sistemi çerçevesinde belirleniyor. Süreç bu defa ciddi anlamda işleniyor görünüyor. Fakat vatandaşın kafası karışık. Nedir bu başkanlık sistemi? Nasıl bir başkanlık sistemi gibi soruları var. Biz de size soralım dedik. Nedir bu başkanlık sistemi?
M.K: Aslında tam olarak çerçevesi belirlenmiş bir başkanlık sistemini dayatmak yerine, başkanlık sisteminin tartışılması gerektiğini söylüyoruz biz bugünlerde. Bu, Türkiye’nin artık yok sayamayacağı, umursamazlık gösteremeyeceği bir konu haline geldi.
Konu bütün kesimlerce tartışılmalı, görüş birliğine varılmalı diyoruz.
“İlla ki şu tip başkanlık modeli olacak” diye bir dayatma da, böyle bir yaklaşım da yok. Türk Tipi Başkanlık sistemi deniyor mesela. Türk Tipi Başkanlık Sistemi’nin özünü üniter bir başkanlık sistemi oluşturuyor.
C.P: Nasıl olacak bu Türk Tipi Başkanlık Sistemi?
M.K: İşte tam da bu noktada, böyle bir sistemin sağlıklı oluşturulabilmesi için katkılar, çeşitli görüşler bekleniyor. Mevzunun çarpıtılmadan tartışılmaya başlanması için de, yanlış anlaşılmaların önüne geçmek gerekiyor.
Bu yanlış anlaşılmaların başında; sanki Türkiye rejim değişikliğine gidiyormuş gibi bir hava var. Rejim ile hükümet sistemi farklı şeylerdir oysa. Hükümet sistemi değişir ama rejim devam eder. Türkiye’deki rejimin adı “demokrasi.”Başkanlık sistemi demokrasiye ters bir sistem değil. Tam aksine Dünya’da başkanlık sistemiyle ya da yarı başkanlıkla yönetilen, önde gelen ülkelerinin çoğu demokratik ülkeler. Biz de başkanlık sistemine geçerek darbeci, müdahaleci ve vesayetçilere karşı daha güçlü bir demokratik rejim olmayı istiyoruz.
C.P: Peki biz neden başkanlık sistemini istiyoruz bu kadar? Mevcut sistemde tıkandığımız nokta neresi?
M.K: Temel sebep şu; Türkiye’de parlamenter sistem tecrübesi, artık darbelere, vesayet aktörlerinin müdahalelerine, çok açık hale gelmiş bir yapı, kırılgan bir sistem. Parlamenter sistem, yetkinin, otoritenin, mümkün olduğu kadar çeşitli aktörler arasında dağıtıldığı bir sistemdir.
Parlamenter sistem 1950 ve 1960 arasındaki yapısıyla devam etseydi, bugün belki de başkanlık sistemiyle ilgili müdahalelere gerek kalmayacaktı. Zira millet iradesini kuşatan kurumlar, vesayetçi yargı sistemi ve o yıllarda etkin değildi. Bunlar 27 Mayıs darbesi sonrası 1961 Anayasası ile icat edildi.
Millet iradesinin siyasetin merkezine taşınması halinde, milleti temsil adına, o çarıklı veya baldırı çıplak dedikleri kişiler geliyorlar, sistemin merkezine yerleşiyor ve sistemi yönetmeye başlıyorlardı.
Bu durum, sistemden nemalanan, ve onu kurma iddiasında olan insanların, beklentilerinin tersi yönünde bir seyir izledi.
Buna engel olmak için oluşturulan kurumlar ile siyaset ve sistem bir çıkmaza sürüklendi. Bugün yaşanan sıkıntı budur.
27 Mayıs’ta, 3 tane siyasetçiyi katlettiler. Arkasından da denetleyici, düzenleyici kurumları oluşturdular. Bu, 12 Eylül darbesiyle daha da perçinleşti. Demirel’in bir sözü var; Yargıtay’ı, Danıştay’ı, Sayıştay’ı kastederek, “Şu taylar olmasa kırat şaha kalkacak” diyor. Daha sonradan, 12 Eylül döneminde bunların üzerine bir de YÖK ekleniyor. 82 anayasası ile bu kurumlar daha da güçlendiriliyor. Meclisin yetkileri, görevi, dağınık hale geliyor. Yasama yetkisi var bir taraftan, bir taraftan da yürütmeyi de kendi içerisinden çıkarıyor. Yürütme bu haliyle çok dağınık ve işlevselliği kısıtlanmış durumda.
C.P: İşlevsellik yönü dışında, siyasi yönü nedir bu talebin?
M.K: 27 Nisan 2007’de kimsenin yok sayamayacağı bir müdahale girişimi yaşandı Türkiye’de. Siyasi iktidara internet üzerinden bir e-muhtıra verildi.
Hükümetse, geçmiş dönemdeki siyasal aktörlerin yaptığından farklı bir yol izledi. Ne yapabilirdi geçmiş dönemdekiler gibi yapsa? Sine-i millete giderim derdi, istifa ederdi. Veyahut şapkasını alıp çekip giderdi. Bir yöntem daha vardı. Rusya’daki Boris Yeltsin yaptığı gibi. Tankın üstüne çıkardı.
Bunlardan herhangi birini yapmadı. Bunların yerine milleti merkeze çağırdı. “Buyrun siz karar verin” dedi. Hem bir cevap verdi, bir duruş sergiledi, hem de sandığı gösterdi. Madem cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ülkede darbe, muhtıra sebebi oluyor, o halde cumhurbaşkanını halk seçsin, dedi.
22 Temmuz seçimleri bu duruşu teyit etti aslında. Daha sonra da referanduma gidildi. Yüzde 70’e yakın bir oy oranı ile cumhurbaşkanını halkın seçmesi teklifi kabul edilmiş oldu.
Halk, icra vazifesini yapması için, farklı farklı bir sürü aktöre yetki vermeyeceğine göre, Cumhurbaşkanını halk seçtiği andan itibaren, zaten fiilen başka bir yönetim sistemine evrilmiş olduk.
Demokrasilerde eğer yüzde 52 oy almış bir aktör var ise yüzde 30-40’lık oy almış diğer aktörlerin konumları bellidir. Cumhurbaşkanı bu durumun farkında olan birisi olarak, kendisi için değil, sistemin sağlıklı işleyebilmesi, bir tıkanıklığın açılabilmesi için, bir an önce bunun adının konması gerektiğini söylüyor.
BAŞKANLIK SİVİL İRADENİN DİK DURUŞUNU TAHKİM ETME VE KALICI HALE GETİRME GİRİŞİMİDİR
C.P: Bu talebi Recep Tayyip Erdoğan’ın dile getiriyor olmasının, karşı dirence daha fazla sebep olduğunu düşünüyor musunuz?
M.K: Bu, başkanlığı isteyip de dile getirmeyenlerin sorunu. Ya da istiyor görünüp de konuya girmeyenlerin, diyelim. Bir konuyu sırf Cumhurbaşkanı Erdoğan dile getirdi diye, gözü kapalı onu reddeden bir kesim var. Bu saatten sonra onları ciddiye alarak vakit kaybedecek değiliz. Demokratik rejimin, nesillerin ve ülkenin geleceği için ne gerekiyorsa o yapılır.
Fakat bu başkanlık tartışması sürecinde şöyle bir şey daha ortaya çıktı;
Aslında statükoya uzak olan birtakım kişiler ile mevcut sistem arasında “parlamenter sistemle biz yaklaşık 150 yıldır birlikte yaşıyoruz. Dolayısıyla burada bir tecrübe ve birikim var, bunu yok sayamayız. Nasıl bırakacağız?” şeklinde duygusal bir ilişki de gelişti.
1923’ten beri 93 yıldır devam eden, defalarca darbeye yol açmış, vesayet heveslilerinin iştahını kabartan istikrarsızlık performansları sergilemiş bir sistemle bugüne kadar birlikte yaşadık diye onu neden terk etmeyelim? İşte en son yol kazası 27 Nisan 2007’de yaşanıyordu, sivil iradenin dik duruşu sayesinde aşıldı. Başkanlık sivil iradenin dik duruşunu tahkim etme ve kalıcı hale getirme girişimidir.
C.P: AK Parti’nin ilk seçiminden bugüne kadar geçen sürede Türkiye’ye yaşattığı tek başına iktidar tecrübesi başkanlık için ciddi bir alıştırma süreci olarak değerlendirilebilir mi?
M.K: Tabii ki böyle değerlendirmek de mümkün. 3 Kasım 2002’den bugüne kadar, AK Parti’nin literatürdeki hakim parti karakterini sergileyerek tek başına üst üste iktidar olması aslında bize şunu da gösteriyor; Parlamenter sistemin istikrar üretebilmesi, ancak onun başkanlık sistemine yaklaştığı veya ona benzediği durumlarda mümkün oluyor. Bu önemi bir nokta.
C.P: Engelleyici, koalisyonel fikir ayrılıklarının olmadığı bir iktidar yapısı ile istikrar hakim oldu, başkanlık sistemi ile birlikte yönetim anlayışı ne olursa olsun, çatışma değil istikrar gelecek şeklinde okumak mümkün mü?
M.K: Evet. Mesela İtalya’daki gibi, parlamenter sistem içerisinde belirli bir oy oranının üzerine çıkan bir partinin, her halükarda tek başına iktidar olması garanti altına alınmış olsa, belki Türkiye’nin de bir istikrar sorunu olmayacaktı. İtalya geçen yıl bu sisteme geçti, yüzde 40 oy alan parti otomatik olarak meclis çoğunluğunu elde ediyor; İtalya, koalisyonu kanunla yasakladı.
C.P: Başkanlık sisteminde yasama ile yürütme arasında sıkıntı çıkmayacağı söylenebilir mi?
M.K: Bugünkü sistemde de bu sıkıntılar var. Fakat başkan yüzde 50’nin üzerinde bir oy ile seçildiği zaman, parlamentodaki çoğunluk da zaten daha çok başkanın görüşünü temsil eden partiden olacaktır. Yahut partili cumhurbaşkanlığı olursa da aynı tablo ortaya çıkacaktır.
Kriz çıksa bile mevcut sistemdeki ölçekte olmayacak, ayrıca muhtemelen yasamanın alanı ile ilgili olacaktır. Yoksa yürütme erkinin kullanımı konusunda yasamanın müdahalesi gibi bir durum söz konusu olamaz.
C.P: ABD’de geçtiğimiz dönemde bütçe geçmemesi gibi sıkıntılar yaşanmıştı. Bu gibi kriz durumları yaşanmayacak diyemeyiz herhalde?
M.K: Demokrasilerde sorunlar çıkmaz değil, ancak başkanlık sistemindeki sorunlar, bugünkü parlamenter sistemin ürettiği krizlere, krizlerin ortaya çıkardığı maliyetlere baktığınız zaman, çok daha az sayıdadır. Ve başkanlık sistemiyle güçlenmiş bir demokratik rejim, bu sorunları daha rahat aşabilir.
Mesela şu an, yürütmeden kaynaklanan yetkilerinizi kullandığınız zaman birçok kurum, başta parlamento olmak üzere sizi engelleyebiliyor. Ya da yürütme içindeki görüş ayrılıklarından dolayı atamalar yapılamıyor, kanunlar çıkmıyor. Yasa tasarıları kadük hale geliyor. Bu sıkıntıların başkanlık sisteminde bu düzeyde olması mümkün değil.
PARLAMENTER SİSTEM GERÇEKTEN TÜRKİYE’Yİ YORUYOR
C.P: Muhalefetin başkanlık sistemine bu kadar şiddetle karşı çıkmasının sebebi ne?
M.K: Bunun sebebi tamamen siyasal. Türkiye’deki muhalefetin beslendiği temel damar çatışma. Çatışmacı karakter muhalefeti besliyor, var ediyor. Tayyip Erdoğan 2002’den beri halkın oyu ile iktidarda. Muhalefet partilerinin liderlerine bakıyorsunuz, aralarında 20 senedir kendi partisinin başında olanlar var. Tayyip Erdoğan bütün halkın oyuyla iktidarda, muhalefet partisinin başındaki kişi ancak kendi seçtiği delegelerin oyuyla tekrar tekrar başa gelebiliyor.
İşte, çatışma ortamı var olduğu sürece, muhalefetin kendi iç sorunları da gündeme gelmez, sorgulanmaz hale geliyor. Bu da muhalefeti besliyor ama ülkenin enerjisini bitiriyor.
Parlamenter sistem, gerçekten Türkiye’yi yoruyor.
Başkanlık sistemine geçildiği zaman parlamenter sistemin, o kasaba siyaseti dediğimiz yahut çokça yapılan kayıkçı kavgaları dediğimiz krizleri, kaosları anlamsızlaşacak.
Sadece yasama yapma görevine dönmüş olan, içerisinden yürütmenin çıkmayacağı bir meclis düşünün, 550 kişilik milletvekili havuzundan değil, 80 milyon kişilik ülke havuzundan bakanlar kurulu, kabine belirlenecek.
O zaman Meclis de çatışmaların dışında aslî işlevine, yasama organı olarak özüne dönmüş olacak.
C.P: Mevcut tavrı ile muhalefetin ülke menfaatini göz ardı ettiği gibi bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu mu kastediyorsunuz?
M.K: Şu anki tabloda öyle. Ne yazık ki, Tayyip Erdoğan düşmanlığı, bazı muhalefet liderlerini, muhalefet üyelerini Türkiye düşmanı haline getirdi. Belki kendileri de bu durumun farkında değiller ama, Türkiye kiminle sorun yaşarsa, onlarla bir selamlaşma çabası içerisinde olduklarını görüyoruz.
Türkiye Rusya ile sorun yaşıyor, kıbleleri Moskova haline geliyor, Suriye ile sorun yaşıyor, gidiyorlar Esed’in sarayında fotoğraf çektiriyorlar. Neredeyse, Türkiye bir ülke ile sorun yaşasın, biz de gidip hemen onunla fotoğraf verelim diye bakan bir muhalefet var. Dolayısıyla çok fazla bir şey söylemeye gerek yok, zaten kendileri teşhis ve teşhir ediyorlar hastalıklarını.
SİYASAL KAZANIMLARIN BAŞKANLIK İLE SİSTEMLEŞMESİ, KALICI HALE GETİRİLMESİ LAZIM
C.P: Tayyip Erdoğan üzerinde biriken güç ile gelen istikrarın farkında ve bu süreci artık sağlıklı bir sisteme devretmek istiyor diyebilir miyiz?
M.K: Bir siyasi analiz yapmak gerekirse, 14 yıldır Türkiye’de bir istikrar dönemi var. Bu istikrarın en önemli sebebi düzenli bir şekilde, bir partinin Meclis’te çoğunluğu sağlayabiliyor oluşu.
Ama bu hal, sistem değişmediği takdirde hep bu şekilde gitmeyebilir. Bundan 15-20 yıl sonra başka siyasal aktörler sahneye çıktığında, 90’lı yıllardaki, 70’li yıllardaki koalisyon senaryolarına yeniden dönüş olabilir. Bu Türkiye’nin elde ettiği kazanımların heba edilmesi demek.
Türkiye’nin son 14 yıldaki beşeri kazanımları, askeri kazanımları, siyasal kazanımları, ekonomik kazanımları, bunların hepsine geriye dönüp baktığınız zaman rakamlar ortada. IMF ile ilişkimize bakarak sadece birçok şeyi tayin edebiliriz. Şimdi bu kazanımların başkanlık ile sistemleşmesi, kalıcı hale getirilmesi lazım.
Türkiye’de başkanlık sistemi olsaydı, 90 yılda yaklaşık 20 civarında hükümet olacaktı. Şu an biz parlamenter sistem içerisinde 65. hükümetteyiz. 3-5 aylık hükümetler var, ki koalisyon görüşmelerinin yapıldığı geçen yıl bir tanesini gördük.
Türkiye’de yeniden bir koalisyon hükümetinin ortaya çıkışı, her vatandaş için her aktör için, çalışan esnaf, öğretmen, memur, kanaat önderi, medya mensubu, yatırımcı, müteşebbis vs. ne derseniz deyin herkes için bir belirsizlik, öngörülemezlik dönemi demektir.
Özellikle 70’lerde ve 90’larda Türkiye bunu çok yaşadı. Türkiye 90’ların ürettiği kaostan 2002’de, ancak tek parti iktidarıyla, çıkabildi.
Amerika’da, 220 yıldan fazladır, 4 yılda bir Kasım ayının ilk Salı günü başkanlık seçimi yapılıyor. Gelenek haline getirmişler bunu. 4 yılda bir başkan seçiliyor. En fazla da 2 dönem seçilebiliyor. Herkes sistemin nasıl işleyeceğini biliyor. Teamüller var bir taraftan, ama teamüllere gerek kalmadan, yazılı kanunlarla, sistemin geleceği güvence altına alınmış.
Başkan ölmezse, başına bir iş gelmezse yahut senato tarafından azledilmezse, Amerika’da 100 yıl sonra kaç tane başkan geleceğini kabaca tahmin edebiliyoruz.
Ancak parlamenter sistem için bir hükümet konusunda bunu tespit edemezsiniz, tahmin edemezsiniz.
Erdoğan kendi tek parti iktidarı döneminde elde edilmiş olan kazanımların kalıcı hale gelmesi için, ülkeye istikrar sağlayacak bir sistem değişikliğini öngörüyor. Benim tahminim bu.
C.P: Genel olarak, Erdoğan sonrası siyasi istikrar sağlanamaz ve 90’lara dönebiliriz endişesi yaşanıyor mu sizce?
M.K: 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası kâbus gibi bir süreç yaşadık. Ülkedeki pek çok insan bunu derinden hissetti. Başkanlık, Erdoğan’ın değil, Türkiye’nin meselesidir. Tayyip Erdoğan zaten, 2014’ün Ağustos’undan bu yana Cumhurbaşkanlığı yapıyor. Bu insan, bu sistemi alıp yanında götürmeyecek. Kendisini ömür boyu başkan da ilan etmeyecek. Zaten hem Tayyip Erdoğan’ın, hem ait olduğu siyasi geleneğin, hem de Türkiye’nin demokrasi kültürü böyle bir kültür değil. Buna müsaade edecek bir ortam da yok. O zaman ondan sonra mutlaka birisi gelecek. Bu, gelecek nesiller için, Türkiye’nin geleceği için düşünülen bir hükümet sistemi değişikliği.
YÖNÜMÜZE BAŞKALARININ PUSULASIYLA KARAR VERECEK DEĞİLİZ
C.P: Uluslararası aktörlerin Türkiye’deki sistem değişikliğine bakış açıları nasıl?
M.K: Türkiye’nin çıkar çatışması yaşadığı uluslararası aktörler, başkanlık sisteminden endişe duyduklarını söylüyorlar zaten. Bu bile tek başına bir veridir. Abdülhamid siyasetinden ilham alırsak; o, ülkedeki yabancı ülkelerin sefirlerinin görüşlerini öğrenir sonra da onların görüşlerinin tersi istikametinde hareket edermiş.
Kendisi başkanlıkla yönetilen bir “dost” ülke dahi, kendi tarihi ve yapısıyla çelişkiye düşmek pahasına, Türkiye’nin başkanlık sistemine doğru gitmesinden endişe duyduğunu söyleyebiliyor. Madem, endişelisiniz, önce siz bırakın başkanlık sistemini… Biz yönümüze başkalarının pusulasıyla karar verecek değiliz. Hele hele, elimizde tarih gibi şaşmaz bir pusula, millet gibi güvenilir bir öğretmen varken… Bırakın, milletimizin iradesi hükmü versin.
C.P: Son olarak, başkanlık mı, partili cumhurbaşkanlığı mı? Hangisine daha yakınız?
M.K: Siyasi analiz olarak bakıldığında, şu an hedeflenen şey başkanlık sistemine ulaşmak. Nihayetinde millet ne derse o olacak. Millet derse ki başkanlık sistemi olmaz. O zaman partili cumhurbaşkanlığı veya yarı başkanlık önerisi gündeme gelir. Bunların hepsi, halk iradesinin karar vereceği şeyler.
Hepimiz millet iradesine saygı duymayı öğrenmeliyiz.